top of page
DEMODE SİYAH LOGO_edited.png

Neye Bakmıştın?

Boş arama ile bulunan sonuçlar

  • 925 (Nine To Five)

    925 (nine to five) klasik çalışma düzenine karşı provokatif bir klip. müzik & video bana ait. 2023 yazı. her şeyden bıktığım bir bahar mevsiminden sonra, üzerimde bir iş bulma baskısıyla birlikte kendi yaratıcılığımın tıkandığı bir noktada buldum kendimi. bir yandan kendime saçma sapan işler ararken diğer taraftan da kendi yaratıcılığımı körükleyip bundan bir iş edinme telaşındaydım. birkaç başvuru ve yalanla dolu CV’lerle geçen bir aylık sürecin sonunda kendime bir iş buldum. online görüşmeler, olmadığım kalıplara girmek ve ‘’kurumsal’’ kalabilme uğruna kendimi her yönden kısma endişesi, içimde bir saldırganlık uyandı. hem kendimin bu ‘’sıkıştırılmış’’ versiyonuna hem de bu dayatmaya karşı. sözlerinden de anlaşılır, 925’ta tam bu süreçte doğan bir müzik ve klipti. evde online görüşmelerden yola çıkarak babamın takımını giydim, bilgisayarın karşısına geçtim ve rahatsız edici bir tonda kendi kendimi kaydetmeye başladım. ne yaptığımdan pek emin değildim, çekelim ve sonuçta neler yapabiliriz onu görelim istedim biraz. müzik ve sözden önce biraz klibin görsel dilinden bahsetmek isterim: süper bir kurumsallık, çekici bir plaza hayatı ve aynı zamanda da kendi klasik görsel anlatımlarım. biraz gece hayatı biraz şehir, ışıklar, bozulmalar ve yüksek kontrastlar falan. video akışına baktığımızda ise başlangıçta ekran karşısında daha çekingen ve gerçekten de zorlama bir şekilde, tıpkı bir iş görüşmesindeymişim gibi sıkıldığımı görebilirsiniz. ‘’ i can’t waste my time’’ diyerek de bu ‘’925’’ düzenin içinde bulunmak istemediğimi defalarca belirtiyorum. klip sonu el hareketleriyle ise sanki bilinçaltım tarafından bunu destekliyorum. bunu çok sonradan fark ettim tabii. müzikal bakalım: yavaşlatılmış DnB, bolca distortion, tozlu bass’lar... buradaki drum pattern’da asıl değinmek istediğim bir taraf var, o da sesleri çeşitli efektlerle bozarak sanki elimde birkaç bozuk para sallıyormuşum gibi bir ses üretmeye çalıştım. çünkü hepimiz bu düzende biraz ‘’just wasting time for a little dime’’ dimi? aralarda da az buçuk duyuyorsunuzdur, değişik bir ses var. teyzemin sesi. ‘’görüntü çok güzel’’ diyor. ironik bir yaklaşım: bir sanatçı olarak kendini üretmektense, sıkışıp tükettiğin ortamlarda ucuz bir miktara vaktini satmak. gerçekten de çok güzel bir görüntü. fakat bunu kabul etmiyoruz. bence yaratıcıysan biraz da saldırgansın bazı koşullarda. bence yani. kendimin bu tarafını özellikle anladığım bir proje oldu 925. hem ilk klibim olmasıyla hem de görsel anlatımı ve o dijital duruşuyla hala insanlara göstermekten hoşlandığım bir iştir kendisi. bu arada hala o saçma sapan işimdeyim. umarım çok yakında istifamı vereceğim. full time artist olacağım bekleyin beni. yaratıcılığınız sizi kurtaracak. muah.

  • Köklerine Sahip Çık

    Alternatif Sesler: Elektro Hafız Nerden geldiğimi çoktan söyledim. Peki nasıl seslerden beslendiğimden bahsetmiş miydim?  Beni fazlasıyla heyecanlandıran Alternatif Sesler  serimin ilkine hepiniz hoşgeldiniz. Kreatif eylemlerin arasındaki bağın gücüne taparak, günlük süreçte dinlediğim şarkıları ürettiğim işlerle fazlasıyla bağdaştırıyor, aynı zamanda onlardan güç alıyorum. Muğlalı bir kökle aksi zor olacağından, saz sesine hasretim hep biraz. Her insanda ve şehirde gizli de olsa biraz arabesklik varsa onu arayıp bulmayı amaçlıyorum. İşte tam da bu noktada asıl konuya varıyoruz. Kim bu Elektro Hafız? " Elektro Hafız " bana kalırsa tek bir kalıba sığdırılmak için fazla şey yapıyor. İspanya'da sadece 60'lı ve 70'li yılların kayıtlarını tekrardan plak olarak yayınlayan Guerssen  adlı şirket tarafından temsil edilen sanatçımız 70'lerin Anadolu Rock ve Psychedelic müzik akımlarından etkilendiğini belirtiyor ve bağlama başta olmak üzere geleneksel türk motiflerini elektronik dokularla inanılmaz bir şekilde bir araya getirip beni kısa bir süre içerisinde fanı haline getirmeyi başarıyor. " Varyete " albümüyle tanıştığım Elektro Hafız Almancadan Fransızcaya birçok dilde arabesk olarak nitelendirebileceğimiz büyük yaylı orkestrası partisyonları ile 80'lerin arabesk ambiyansını yansıtırken bana kalırsa kendi ülkemizde bile değeri yeterince bilinmeyen bu türü dünyanın her bir köşesine taşıyor. Kendisi Köln’de yaşıyor ama Berlin, Paris, İstanbul, Kopenhag, ve Brüksel’i de sık sık turluyor. Aklınızda bulunsun! İşte tam olarak bu sesleri dinlerken benim için de "Eski-Şehir" serisi oluşuyor. Keyfi çekilmiş fotoğraflar olarak başlayan bu proje en sevdiğim sokaklardan size bir seçki sunarken, zaman - mekan arasındaki silikleştirici etkiyi parlatıyor. Söz değil de kafa uçar, görsel kalır bence. Siz de bu görselleri incelerken "L'amour A Deux Doigts" şarkısının size eşlik etmesine izin verin. Hem biraz edepsiz hem de geleneksel bu şarkıyla hem kendinize hem de köklerinize sahip çıkın! Eskişehirde gezin herkese benden selam söyleyin. Keçi'de de bir kahve içmeyi sakın unutmayın!

  • Baudrillard ve Sahte İkona

    “İmge dört evreden geçer: Gerçekliğin temel bir yansımasıdır, Temel gerçekliği maskeler ve bozar, Bu gerçekliğin yokluğunu gizler, Herhangi bir gerçeklikle bağı kalmaz: kendi saf simülakrı olur.” — Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation, University of Michigan Press, 1994, s. 6. (Türkçe çeviri) İmgelerin anlamı köreldikçe, onlar aracılığıyla kurguladığımız gerçeklik de çürümeye yüz tutar. Artık eski kudretine sahip olmayan gerçeklik hasta yatağındayken, imgeler, sağlığı fazlasıyla yerinde bir adamı simüle ederler. Sonunda gerçeklik ölürken imge, ceset kokusunu unutturacak bir tiyatro peşinde koşmaktadır. Bu şov zamanla öylesine inandırıcı ve ikna edici bir hal alır ki, seyirci bir aralar yaşamış bir gerçekliğin varlığını bile unutur. Baudrillard’a göre bu, simülasyonun son evresidir. Soruyorum öyleyse, simülasyon hayatımızı bütünüyle ele geçirdiyse, kendini ebediyen çoğaltarak yeniden ürettiyse, ve eğer ölmüş gerçekliğin yerini almakta başarılı olduysa, artık olmayanı saklamaya gerek var mıdır? Eskiden olanın olmuşluğu unutulunca onu arayan kimdir? Gerçeğin yokluğu bile fark edilemez bir haldeyken eksikliğini hisseden nasıl kalabilir? Geçmişte fetişleştirilen, göklerde istirahat eden yüce fikirlerin yeryüzündeki temsilleri olduğuna inanılan imgeler, veya formlardı. Bunlar, Tanrı’nın tasviri olup insanlara doğrusal bir yol işaret ediyorlardı. Bu yol bir yere değil, anlamın kendisine çıkan bir çizgi görevi görüyordu. İsa’nın, örneğin, Bizans ikonalarında tasvir edilişi birinci derece simülasyondu. Birinci derece, yani Temsiliyet: hakikatin sadık bir biçimde yansıtılmasıydı. İnsanlar Yüce’ye bu imgeler üzerinden ulaştıklarına inanıyorlardı. Tarihin akışı ise dünden bugüne, bugünden yarına bir anlam taşıyıcılığı üstleniyordu. Dönemlere ayrılmış, devrimlerin, galibiyetlerin ve yenilgilerin iz sürdüğü bir anlayıştan söz etmek mümkündü. Ne değişti sonra? Kim çaldı kapıyı? Anne, ben bakıyorum dedi insan ve kapı deliğinden kendini gördü. Bir elinde tırpanıyla gerçekliği o öldürmüştü: Tanrı ölünce beraberinde gerçekliği de götürmüştü. Kendi temsillerimizle yarattığımız yokluk karşısında içimizi bürüyen çaresizlik, dermanını bu cinayetin üstünü daha fazla temsil ile örtmeye çalışmakta buldu. “Gerçekliği temsil etmek onu öldürmektir.” - Baudrillard Gerçek son nefesini verdiğinde ise zamanla unutuldu. Aşkınlığın yerini insanaltı düzeyde işleyen alışkanlık kodları aldı. Zaman hızlandı fakat yönünü kaybetti: Yoğunlaşmış, boş bir karadelik gibi doğrusal gidişatın yerini her şeyin “şimdi”de tüketimi aldı. Eskiden Tanrı’nın dünyadaki iz düşümü olduğuna inanılan İsa ve Meryem tasvirlerinin kendileri bile, yerini kendinden öte bir anlama işaret etmeyen çoğaltılmış İsa meme’lerine ve Virgin Mary  baskılı crop-top’lara bıraktı. Eski tasvirler kopyalanamaz, kendine münhasır eserler olarak görülürken, günümüz imgeleri tüketim çarkını döndüren partiküllerden birisi olarak, diğer elementlerden yalnızca mikro-detaylar ile ayrışan, vazgeçilebilir ve sınırsızca çoğaltılabilir unsurlar olarak yerlerini aldılar. Tarih, geçmişteki olayların dramatize edilmiş bir gösteri-tarih tekrarı, iktidar, muhalefetin varlığı ile karar alma yetisi olduğunu yutturmaya çalışan simülakrlara indirgenerek yok olmuşlardı bile… “Simülasyon artık bir coğrafyanın, bir referans varlığın ya da bir özün simülasyonu değildir. Kökeni ve gerçekliği olmayan, modeller yoluyla üretilen bir gerçeklik; yani hipergerçekliktir.” - Baudrillard Bu çalışmam birinci derecede simülasyonun (Temsil) kendini dördüncü derece simülasyona (Simülasyon) verme sürecinin popüler dini imgeler üzerinden çizilmiş bir portresi olarak ele alınabilir. Enjoy :)

  • kıyafet.

    hayatı boyunca herkesin giydiği kıyafetler ve stil tercihleri hem değişen trendlerle beraber hem de kendini daha çok tanıdıkça değişir. ben genelde tüm stil değişimlerimde bir spesifik kıyafete çok takıyorum ve tüm tarzımı kıyafet parçasına göre şekillendiriyorum. bu içerikte de bu kıyafet parçalarının benim o andaki hislerimi nasıl ifade ettiğini ve nasıl benim mental değişimimin görsel olarak bir yansıması olduğunu anlatmaya çalıştım.

  • İncir Ağacının Altında: Nilsu Demirel

    Lokal Sanatçılar Serisi Vol.II Sanat, yalnızca bir ifade biçimi midir, yoksa insanın kendini bulma yolculuğunun bir parçası mı? Kimi zaman, sanatçılar için bir sığınak, belleklerini korudukları bir alan, kendilerini dünyaya anlatmanın en doğrudan yolu olur. Nilsu Demirel için sanat, hem anılarını arşivleme biçimi hem de kişisel bir ifade aracı. Ankara merkezli genç multidisipliner sanatçı ve grafik tasarımcı, ilk kişisel sergisi Retrospective Echoes: Sylvia Plath  ile izleyicileri hem kendi iç dünyasına hem de edebi bir mirasın tekrar adlandırılırmasına davet ediyor. Sanatla Büyümek ve Kendini Keşfetmek Sanatla yapmayla tanışma, kimi zaman içgüdüsel bir dürtüden doğan süreçtir. Yaratma, anlamdırma ve ifade ihtiyacı. Nilsu, baleden piyanoya kadar farklı sanat dallarını denemiş olsa da en büyük tatminliği görsel sanatlarda bulmuş. Çocukluğundan beri duygularını sanat yoluyla anlamaya çalışan Nilsu, anılarını kaybetmeme ve onları en saf halleriyle hatırlama kaygısıyla yaratmaya devam ediyor. “Duygularımı istifliyorum. Bir daha 18, 19 ya da 23 olmayacağım. Bir daha bu insanla bu anda aynı hissi yaşayamayacağım. Aynı şekilde hissetmeyeceğim çünkü her deneyim, bir önceki veya bir sonrakiyle değişip bambaşka bir hâl alıyor.” Üniversiteye başladığında ise bir duraksama yaşıyor. AMER (Amerikan Kültürü ve Edebiyatı) öğrencisi olarak akademik dünyada kendine dair şüpheler duymuş. “Yanlış yerde miyim?” sorusuyla boğuştuğu dönemlerden geçmiş. “AMER okumayı uzun zamandır kendime bir lanet gibi görüyordum. Bu bölümde olmaktan mutlu değilim diye düşünüyordum.” Kitap Kapağı, Billy Budd Ancak zamanla, bu akademik eğitimin ona sağladığı avantajları fark etmeye başlamış. Edebiyat arkaplanı görsel sanat formları ile edebiyat, tarih ve siyaset arasında yeni bağlantılar kurmasına yardımcı olmuş. Aidiyetini sorguladığı okulda aldığı dersler, kavramsal düşünme becerilerini geliştirerek disiplinlerarası çalışabilmesine olanak sağlamış. Bu da onun sanat pratiğinde daha bilinçli ve eleştirel bir perspektif geliştirmesine olanak tanımış. Multidisipliner bir bakış açısıyla üreten sanatçılar için, tek bir alanda sıkışıp kalmamak büyük bir özgürlük sunuyor. Nilsu, bu “lanetin” onu sınırlandırmasına izin vermeyerek, edebiyat geçmişiyle sanatsal pratiğini harmanladığı bir ifade dili oluşturmuş kendine. Onun için sanat, yalnızca görsel bir anlatım değil, aynı zamanda kuramsal derinliğe de sahip olan bir bağlamda dönüşmüş. Sanatta Yolunu Bulmak: İlham, Üretim Sancıları ve Kendini Keşfetmek Sanat, yalnızca süreçlerin çıktısı değil; duyguların, deneyimlerin ve insanlarla kurulan bağların bir yansıması. Ancak bu süreçler de her zaman akıcı ilerlemiyor. Sanatçılar, hem kendi iç dünyalarıyla hem de dış dünyanın dayattıklarıyla mücadele etmek zorunda kalıyor. Nilsu için bu mücadele, reklam ajanslarında çalıştığı dönemde yoğunlaşmış. Fikirlerini özgürce beyan etmek yerine, fikirlerinin ticari kaygılarla 'projeleştiğini' görmek ona birçok düşüncesini sorgulatmış. “Orada çalışırken kendimi çok küçük bir piyon olarak hissettim. Çalışmaların hiçbirinin ruhu yoktu, hiçbiri ben değildi, hiçbiri sanat değildi.” Sanatın kaynağı ise insanın kendi hikâyesinde saklı. Nilsu için ilham, en çok insanlarla kurduğu ilişkilerden, bağlantılardan ve hayatın içindeki küçük detaylardan geliyor. Romantik ya da arkadaşlık ilişkileri, onun sanatını besleyen en güçlü unsurlardan biri. İnsanların farkında olmadan içine sıkıştıkları düşünce kalıplarını görmek, ortak deneyimler paylaşmak, duyguların en derinlerine inmek… Tüm bunlar onun yaratıcı ifadesinde yer ediniyor. “Günün sonunda kötü bir deneyim yaşasam da, üzgünlük ve hayal kırıklığı hissetsem de, o his bana bir şeyler çağrıştırıyor ve günün sonunda bir forma dönüşmek istiyor.” Ancak sanatçılar için en büyük zorluklardan biri de üretim sürecinin kendisi. Bazen ilham ne kadar yoğun olursa olsun, onu hayata geçirmek o kadar zor olabiliyor. İnsan, yaratma arzusunu bilinçsizce sabote edebiliyor. Mükemmeliyetçilik, kendine duyulan güvensizlik ya da başkalarıyla kıyas yapma alışkanlığı, yapmanın önündeki en büyük engellerden. Geleneksel Kolaj Çalışması Bu noktada, başkalarının üretimlerini görmek Nilsu’nun hem en büyük ilham kaynağı hem de zaman zaman en büyük düşmanı haline geliyor. Sergiler, müzeler ve online arşivler kadar sosyal medya da onun için bir keşif alanı. Instagram, TikTok, Pinterest gibi platformlar, farklı sanatçılarla karşılaşmasını sağlıyor. Ancak buradaki sonsuz içerik akışı, bir yandan ilham verirken bir yandan da sanatçıyı kendi üretimini sorgulamaya itiyor. Özellikle yaratıcı sürecin başındakiler için bu, “Ben asla bu kadar iyi olamam.” hissini tetikleyebiliyor. Nilsu, bu döngüyü kırmanın yolunu bulmuş: “Başkalarının çalışmlarına bakarken kendimi kıyaslamak yerine, onlardan ilham almayı seçiyorum. Onların arka planlarını bilmiyorum; hangi zorluklardan geçtiklerini, ne fırsatlarla buraya geldiklerini bilmiyorum. Benim hikâyem farklı, onlarınki de öyle. O yüzden elimdeki imkanlarla en iyisini yapmaya odaklanıyorum.” Sanat, ilhamın korkuya değil harekete dönüşmesini gerektiriyor. Nilsu için bu, kendini ve duygularını özgürce keşfetmek, onları bir biçime dönüştürmek ve en önemlisi, kendi yolunda ilerlemek anlamına geliyor. “Retrospective Echoes: Sylvia Plath” Sergisi: Edebiyat ve Görsel Sanatın Buluşması Bir yazarın kelimeleri bir sanatçının imgeleriyle yeniden canlandığında ortaya ne çıkar? Retrospective Echoes , tam da bu sorunun peşine düşüyor. Sylvia Plath’in eserlerinden ilham alarak oluşturulan bu sergi, kimlik arayışı, ruhsal değişimler ve insanın kendi varoluşuyla hesaplaşmasını merkezine alıyor. Grafik tasarım, fotoğraf ve kısa film gibi farklı disiplinlerin bir araya geldiği sergi, Plath’in dünyasını yeni bir görsel anlatıya dönüştürüyor. Nilsu’nun Plath’e olan ilgisi yalnızca edebi bir hayranlık değil. Onun melankolisi, varoluş sancıları ve kendini ifade etme çabası, Nilsu’nun iç dünyasında güçlü bir yankı buluyor. Plath’in yazılarında kelimeler nasıl bir terapi aracıysa, Nilsu için de sanatı aynı işlevi görüyor. Kendi duygularını kaydetme, saklama ve dönüştürme ihtiyacı, onu bu sergiyi yaratmaya iten en büyük motivasyonlardan biri. Serginin en dikkat çeken bölümlerinden biri, Plath’in Sırça Fanus  romanındaki ‘ İncir Ağacı Alegorisi ’ nin temsilleştirilmesi. Plath’in, hayatındaki sayısız ihtimal arasında karar veremediği için hiçbirini gerçekleştiremeyişini anlattığı bu metafor, Nilsu’nun kendi kaygılarıyla birebir örtüşüyor. Geleceğe dair belirsizlikler, seçim yapmanın ağırlığı ve zamanın acımasız ilerleyişi… Tüm bunları sanat yoluyla ifade etmek için Nilsu, fotoğraf ve kısa filmi bir araya getirdiği güçlü bir anlatım dili kullanıyor. Bu anlatımın en önemli unsurlarından biri, kısa film. Kısa filmde, Nilsu’nun yakın arkadaşı ve ses mühendisi Arda Güral’ın katkılarıyla, sesin anlamı ve etkisi ön plana çıkarılıyor. Film, izleyiciye yalnızca işitsel değil, görsel olarak da yoğun bir deneyim sunuyor. Plath’in içsel çatışmalarını yansıtan fısıltılar, yankılanan kelimeler ve sessizlik anları görsellerle birleşince sanatçının zihnindeki kararsızlığı seyirciye hissetiriyor. Fotoğraf serisinde ise, incir ağacının metaforik anlamı somut bir forma bürünüyor. Çeşitli kimliklere bürünmüş bireylerin portreleri -bir sporcu, bir yazar, bir eş, bir editör- Plath’in bahsettiği sonsuz olasılıkları temsil ediyor. Bu görsellerin yanında, filmden baskı yapılmış ve kurutulmuş incir yaprakları sergileniyor. Yapraklar, karar veremediğimizde solup kaybolan ihtimalleri simgelerken, film baskıları da bu anları dondurarak bir nevi zamanın izlerini koruyor. Serginin Bilkent Üniversitesi’nde gerçekleşmesi, ona ek bir anlam katıyor. Üniversite, yalnızca bir sergi alanı değil, kimlik arayışlarının en yoğun yaşandığı bir mekan olarak serginin içeriğiyle doğal bir bağ kuruyor. Yirmili yaşlardaki öğrenciler, Plath’in metinlerinde kendilerini buluyor ve Nilsu’nun sanatı aracılığıyla bu duygulara yeni bir perspektiften bakma şansı yakalıyor. “Benimle benzer kimlik krizlerinden geçen, benzer kaygıları taşıyan insanlarla bir aradaydım,” diyor Nilsu. “Çıkış noktası kişiseldi ama bu hisler sadece bana ait değil. Bunları yaşayan tek kişi ben değilim.” Kişisel bir sorgulamayla başlayan bu sergi, kolektif bir deneyime dönüşüyor. Kaygılarımız, seçimlerimiz ve varoluşsal sancılarımız yalnızca bizi değil, çevremizdeki insanları da şekillendiriyor. Retrospective Echoes , Plath’in dünyasını sanatsal bir dille genişletirken, izleyiciyi metnin ötesinde çok duyulu bir deneyime davet ediyor. Edebiyat ve sanat, böylece yalnızca bir ilham kaynağı olmaktan çıkıp, bireysel ve kolektif bir yüzleşme alanına dönüşüyor. Oyun Alanı Nilsu, sanatı keşif ve oyunla iç içe bir süreç olarak görüyor. Onun için sanat, katı kurallar ve kesin doğrular yerine, denemelerle şekillenen bir alan. Kendini sanatçıdan çok bir oyuncu olarak görmesi, farklı disiplinleri bir araya getirmesinin de temel nedeni. Grafik tasarım, fotoğraf, video ve tipografi gibi alanları iç içe kullanması, bu yaklaşımın doğal bir sonucu. “Tasarımda bir dile sahip olmak istiyorsan, denemekten korkmamalısın. Hatalar sürecin bir parçası. Hem sanat hem de tasarım için geçerli bu. Oyun oynamalısın. Hepsi, bir mesajı iletmek için kullandığın oyuncaklar.” Bu yaklaşımı, serginin yapısına da yansıyor. Nilsu, izleyicinin pasif bir gözlemci olmaktan ziyade, sergi alanında gezindikçe kendi anlamlarını oluşturabileceği bir deneyim yaşamasını istiyor. Onun için sanat, yalnızca bir sonuç değil, sürecin kendisiyle de anlam bulan bir varlık. Sanatın Yol Gösterici Gücü Sergi, Nilsu için sadece sanatsal bir başarı değil, aynı zamanda bir kendini keşfetme süreci. Geleceğe dair net bir planı olmasa da, sanatın ona rehberlik ettiğini biliyor. “Şu an Sylvia Plath ile aynı noktadayım. Önümde birçok incir var ve hangisini seçeceğimi bilmiyorum. Aynı anda hepsi olmak istiyorum ve hiçbir şey olmak istemiyorum. Ama bu süreçte, sanatla var olduğumu bir kez daha anladım.” Belki de sanatın en büyük gücü burada yatıyor: Kesin yanıtlar vermek yerine, insanı düşünmeye, sorgulamaya ve keşfetmeye teşvik etmek. Nilsu’nun hikayesi, sanatın yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir kişisel ifade biçimi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

  • Benim Ellerim mi, AI’ın Gölgesi mi?

    Prompt 03 : "Cartoon style @zei, hyper-realistic, monochromatic light effect" and story Begins"A lone artist struggles against the cables and screens wrapping around them, trying to break free. In their hands, a stylus or a design tool begins to dissolve into pixels, manipulated by the invisible presence of artificial intelligence..." Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce bir deneme yaptım.  AI'ya beni tanıdığı kadar resmetmesini söyledim.  Farklı görselleştirme araçlarıyla, farklı versiyonlar ürettim. Ortaya çıkan imgeler beni yansıtıyor muydu? Kısmen . Ama her biri, AI'nın beni nasıl gördüğünü, neyin benim için “olası” olduğunu gösteriyordu.  Peki, ben gerçekten kendimi mi görüyorum, yoksa AI’nın bana sunduğu yansımalardan birini mi benimsiyorum? Görselleri incelerken fark ettim ki,  AI ve ben sürekli bir savaş halindeyiz.  Ben özgün olduğumu düşünüyorum, o ise kalıplar sunuyor.  Benim estetik anlayışım mı, onun algoritmaları mı ağır basıyor?  İşte tasarımda da hep bu noktaya geliyoruz. Gerçekten yaratıyor muyum, yoksa en iyi görünen seçeneği mi seçiyorum? İşte bu sorgulama, sadece tasarım sürecimi değil,  teknolojiyle kurduğum ilişkiyi de şekillendiriyor.  AI benim için bir araç mı, yoksa ben farkında olmadan onun yönlendirdiği bir kullanıcı mıyım? Aşağıdaki görseller,  bu savaşı anlamamı sağlayan ilk adımlardan biri. AI gözünden Zeynep suretleri (drum rolls for the background) TouchDesigner ve Tasarım Süreci: Kimin Sözü Geçiyor? Son zamanlarda dijital ve interaktif tasarım işlerinde  TouchDesigner 'ı sıkça kullanıyorum. Bilmeyenler için,  TouchDesigner bir görsel programlama aracı . Dijital sanat, interaktif enstalasyonlar ve generatif tasarımlar üretmek için kullanılıyor. Yani, bir şeyleri sıfırdan çizmiyorsunuz;  kodlar, algoritmalar ve veri akışlarıyla görseller, animasyonlar ve deneyimler yaratıyorsunuz. İlk duyduğumda heyecanlanmıştım çünkü "tam benlik bir şey" diye düşünmüştüm. Ama bir süre sonra fark ettim ki  benim 'özgürce' tasarladığımı düşündüğüm noktalar aslında sistemin bana sunduğu olasılıklar arasından seçim yapmamla sınırlı. Mesela, bir görsel oluşturuyorum. Başta her şey benim elimde gibi hissediyorum ama sonra sistem farklı olasılıkları önüme koyuyor. Ben de içgüdüsel olarak en hoşuma gideni seçiyorum.  Bu gerçekten benim tasarımım mı?  Yoksa bana sunulan seçeneklerden birini mi sahipleniyorum? İşte burada "tasarımcı" olarak ne kadar özgür olduğum sorusu geliyor. Gerçekten yaratıyor muyum, yoksa  benim işim sadece "daha iyi olanı" seçmek mi? SpliceLama: Görseller Arası DJ'lik ve Yapay Zeka Akışı Pek de kullanıcı dostu olmayan Touchdesigner çalışma ekranından bir kare Bu sorgulamalarım sırasında  "SpliceLama"  diye bir sistem oluşturdum. Evet, ismi ben koydum. Ama hem sistemin işleyişini hem de kafamdaki soru işaretlerini tam anlamıyla yansıtıyor. SpliceLama'nın olayı şu:  İlk başta iki ayrı görsel üretmek için iki farklı yapay zeka prompt'u giriyorum.  Yapay zeka bu girdilere göre görüntüler oluşturuyor. Sonra,  SpliceLama içindeki geçiş araçlarını kullanarak  bu iki görsel arasında kayabiliyorum.  Ben slider'ları çekiyorum, parametreleri değiştiriyorum, renkleri ve formları yönlendiriyorum. Ama bir noktada şunu fark ettim:  Başta tamamen benim kontrolümde gibi görünüyordu ama aslında AI bana seçenekleri sunuyor ve ben sadece en hoşuma gideni seçiyorum.  Gerçekten tasarım yapıyor muyum, yoksa sistemin oluşturdukları arasından karar mı veriyorum? SpliceLama'nın esinlendiği Touchdesigner "dj kabinimizden" demo bir görüntü Bu proje biter mi? Kim bilir.  Belki ileride geliştiririm, belki de bir noktada "bitirilmemiş işler" klasörümde kaybolur.  Ama sanırım mesele bu değil.  Tamamlanmış projeler değil, bizi götürdüğü yollar asıl önemli olan. SpliceLama.pn g not found (Proje tam anlamıyla bittiğinde, ilerleyen yazılarımdan birinde bir demo olarak sizlerle paylaşmayı umuyorum. Ama şu an birkaç kare paylaşsam mı diye düşünüp, sonra beklentiyi yükseltme korkusuyla kendi hype’ımdan ürkerek vazgeçtim..) Teknoloji Bizi Nereye Götürüyor? Tasarım artık bizim elimizde mi, yoksa fark etmeden yönlendirildiğimiz bir simülasyona mı dönüştü? İnsan sezgisi kayboluyor mu, yoksa yeni bir yaratım biçimine mi evriliyoruz? SpliceLama gibi projeler bu sorulara yanıt bulmak için birer deney alanı. Ama asıl soru şu:  Gelecekte tasarımcı kim olacak? Biz mi, yoksa kod satırlarının ardındaki sistem mi? Bir noktada  insan sezgisi mi yok olacak, yoksa yeni bir tasarım anlayışının kapısını mı aralıyoruz?  Yapay zeka ve algoritmalar büyüdükçe, tasarım süreci bizim öngördüğümüzden farklı bir hale gelebilir. Bu yazı sadece bir başlangıç. Belki de bütün bu soruları cevaplayamayacağım ama sorgulamaya devam edeceğim.  SpliceLama gibi projeler, benim bu soruların cevabını bulmam için bir araç. Peki sen ne düşünüyorsun?  Gelecekte tasarım kararlarını kim verecek: Biz mi, yoksa sistem mi?

  • rüya.

    siz rüyaların içinde gerçeklerin saklı olduğunu düşünür müsünüz? belki bilinçaltımızın bize söylemeye çalıştığı şeyler ya da saklamaya çalıştığımız hisler onlarda gizlidir ama belki de sadece uyurken bizi eğlendirmek için ortaya çıkan saçma senaryolardır. ben gördüğüm rüyaların hepsini hatırlamak isterim ama uyandıktan hemen sonra not almazsam saniyesinde unuturum. bunlar da notlarıma yazmayı hatırladığım birkaç rüya.

  • Kızgın Damdaki Kediler

    Çocukluk, gençlik ve bağımsızlık... Çocukluktan gençliğe geçiş, bağlılıktan bağımsızlığa uzanan karmaşık bir süreçtir. Kendimizi tanımaya başladığımız ilk anlardan itibaren, ailemiz, eğitim kurumları ve diğer dış etkenler tarafından şekillendiriliriz. Bu süreçte, bize sunulan takvimler ve talimatlarla hareket ederiz. Ancak bir gün, aniden hayatla baş başa kalırız ve "Artık kendi kararlarında özgürsün" denir. Ailenin ve okulun güvenli çatısından ayrılarak, kendi çatımızı inşa etmeye başlarız. Aslında, ilk kez kendimizi tanıma süreci burada başlar. Kendimizle ilk kez tanıştığımızda, her zaman o kişiden memnun olmayabiliriz. Aynadaki kişi ne istiyor? Şimdi ne yapacak? Neleri sever? Bu sorular, kendi damımızı şekillendirir; bazen çok emin olarak inşa ederiz o damı, bazen ellerimiz titreyerek, kaygılarla. “Geceleri daha çok seviyorum o yüzden. O çatı biraz olsun soğuyor ve üzerinde durulabilecek hâle geliyor.” Geçtiğimiz günlerde, Tennessee Williams’ın "Kızgın Damdaki Kedi" (özgün adıyla "Cat on a Hot Tin Roof") oyununu izlemeye gittim. Bu eser, Amerikan tiyatrosunun klasiklerinden biridir ve derin aile dramlarını işler. Oyun, varlıklı bir pamuk üreticisi olan Big Daddy Pollitt'in Mississippi'deki malikanesinde geçer ve aile içindeki gizli gerçeklerin açığa çıkmasıyla yaşanan çatışmaları konu alır. Eğer izlemediyseniz, 1958 yılında Paul Newman ve Elizabeth Taylor’ın başrollerini paylaştığı uyarlama filmi izlemenizi tavsiye ederim. Beni en çok etkileyen ve sonrasında saatlerce düşünmeme neden olan duygu, Maggie’nin kendini içinde bulunduğu ilişkide "kızgın damdaki kedi" gibi hissetmesiydi. Tennessee Williams, bu eserinde bireylerin kendi arzuları, korkuları ve toplumsal beklentiler arasında nasıl sıkışıp kaldığını Maggie’nin bu hissiyatı üzerinden anlatmaktadır. Şu soruyu sordum kendime daha sonrasında: Hepimiz birer "kızgın damdaki kedi" değil miyiz aslında? Ben de o kedilerden biriyim. Kendimle yeniden tanışıyorum. Hayatımı bir teraziye yerleştiriyorum; bir tarafta isteklerim, arzularım, bir tarafta kaygılarım. Dünya bu kadar hızlı ilerlerken, kaygılarım da gitgide büyüyor, isteklerimin önüne geçiyor. Sanki o üzerinde bulunduğum, kendi kendime inşa ettiğim dam gün geçtikçe ısınıyor. ”Where’d the sun go?” Sadece ben değilim, biliyorum bu sıcaklığı hisseden. 20’li yaşlarında, kendini bulmaya çalışan herkes benimle birlikte o çatıda, aynı kaygıları paylaşıyor. Bazen sorularına yanıt bulamayacağı kaygısıyla kendiyle yüzleşmekten kaçıyor. Yanıtlardan kaçarken de gitgide o kızgın dama alışıyor. Aslında başka bir çözüm yolu daha var: yüzleşmek. İnsanın kendiyle yüzleşmesi, sevgi ve kararlılıkla mümkün. Her şeyden önce kendini sevmek; kaygılarınla, korkularınla her şeye rağmen kendini sevmek. Ve kararlı olmak. İlk başta ne kadar zor gelse de, gün geçtikçe, pes etmedikçe, her gün bir önceki günden biraz daha fazla dayandığında alışmaya başlıyorsun. Damdan inmek bir çözüm değil, bir kaçış. Bunu fark ediyorsun. Herkesin damı farklı ama damlarımız yan yana.

  • musmutsuz piskoposlar

    İnanç, mobilitedir. Kişinin, gözlerini karanlığından ayırıp sabahın perde arasından sızan ışığına doğru açmasının ardındaki yaşam gücüdür. A noktasından B noktasına gitmek, arkasında bir anlamın varlığını şart koşar. Bu anlama tutunmayı sağlayan kavrayışımız ise inancımızdır. Öyle ki en büyük acılar acının kendisinden değil, anlamsızlığından kaynaklanır. Böylelikle inanma ihtiyacı kendini öylesine acil kılmış olur ki, birçok kişi için bu arzuyu rasyonel bir biçimde inceleyecek konfor ortamı yaratabilmek bir lüks halini alır. Bu, aynı zamanda inancın kendine koşulladığı lanetidir. Akıl, kişinin inancı ile çakışan bir bilgi karşısında, henüz bu bilgiyi irdeleme evresine bile varamadan, duygular tarafından engellenir. İnanç, öylesine esas bir tohumdur ki, vücut tüm hareketiyle beyni bildiğine sarılmaya zorlar, farklı bir görüşü savaş-ya-da-kaç tepkisi ile ele almaya mahkum bırakır. Bu koşullar altında, bildiği ile inandığı arasında kalan insan, neye tutunacağını şaşırır. Maalesef duygular, gerçekliği algılayan aklı ikna etmek için yeterli değildir. Gerçeğin soğuk elleri yatak altından daima bir yerleri dürter. Beyin, bu huzursuzluğa son vermek için gerçeklik olarak deneyimlediği şeyi bükmeye başlar. İnancı gerçekliğe göre değil, gerçeği inancına göre resmeder. İşte bu nevrozdur. İnanç, kendini sürdürmek için her şeyi yok etmeye razı olur. O, böylesine kudretli ve böylesine yıkıcıdır. Bu, her inananın kaderi olmak zorunda değildir. Kimi tarafından dinlerin lüzumsuz olduğuna dair sıkça savunulan modern görüş verimsiz bir tartışma ortamı yaratır. İnanç, böylesine asli bir ihtiyacın karşılığı iken, din yalnızca bunun en yaygın formudur. İnançlı birini cahil veya yobaz olarak adlandırıp bir kenara atmak bu yüzden eksik bir yargıdır. Dini yalnızca dogmaları çerçevesinde inceleyenler henüz inancın doğasını kavramamıştır. Fakat bir dine koyu koyuya bağlı olan insanlar için ise farklı bir eleştiri geçerlidir: onlar inancın mecburiyeti altında ezilmişlerdir. İnananın dramı ise burada başlar. İnancı uğruna gerçekliği feda etmiş kişi, duydukları ile duymak istedikleri arasındaki gerilimin merkezinde mahsur kalır. İnancı tarafından yutulmuş insan, insan olmayı terk edemeyeceğinden inancı ile hiçbir zaman tamamiyle bütünleşemeyerek daimi bir bulantı, reddediş, ve çatışma içerisinde süzülüp gider.

  • kendi sesini bulmak

    Gittiğin her yerde, dokunduğun her insanda, aldığın her ilaçta kendini arıyorsun. Sesini çıkartmaman gereken bir ailede, karakterini bastırman gereken bir toplumda ve kişilerde uzun süre kaldıktan sonra kendi sesini bulmak zaman alıyor. Başkalarının sesini kendi sesin sandığın oluyor. Kendi sesine yabancı olduğunu fark edip, kendinle tanışıyorsun.  Bu yüzden gittiğin yerden çok, gitmiş olma fikrini seviyorsun. Hareket halinde olma, bir şeylerden uzaklaşma hissi seni büyülüyor. Gittiğim her yerde defterlerime ‘keşke gittiğim yerlere kafamı götürmesem’ yazışlarımı hatırlıyorum. Toksik bir çevrede büyümenin en komik yanı acıya bağımlı hale geliyorsun. Acının içinde öyle ham ve gerçek bir his var ki yaşadığının inanılmaz bir kanıtı olarak her nefesinde, hücrende hissediyorsun. Seni tamamen tüketiyor, başka hiçbir şeye yer bırakmadan. İlk düşmeye başladığımda o kadar duygu doluydu ki, özellikle öfke. Hissedebileceğim her hissi her hücremle hissediyordum. Tüm vücudumla yaşadığımı da hissediyordum. Sonra duygular solmaya başlıyor. Kendini bir hareketsizlik içinde, hissizlikle sıkışmış buluyorsun. Tepki vermeyi, yanıt vermeyi unutuyorsun. Yeni bir duygu yok, kalkmak için bir motivasyon yok. Her şeyin tatsız olduğunu düşünmekten bile tat almayı bırakıyorsun. Bir noktada sonsuza kadar düşemediğini fark ediyorsun. Bu farkındalık hem özgürleştirici hem de korkutucu. Bir zamanlar hissettiğinin en küçük kırıntısını arzular hale geliyorsun. Yeniden, kısa da olsa, hayatta olduğunu hissetmek için her şeyini verebilecek hale geliyorsun. Çok uzun süre bu noktada tıkalı kaldıktan sonra sanırım artık boşluk ile barış imzalamayı yavaş yavaş öğreniyorum. Düşüşün kaosuna kapılmaktan çok durgunlukta kendini yeniden inşa etme, kendini tekrar keşfetme ve hissetme şansı daha ilgi çekici geliyor. Ya da tek çıkış yolu bu olduğu için bunu kabullenmeyi öğreniyorum. En sevdiğim sanatçılardan biri ve sonsuz ilham kaynağım olan David Lynch’ın de röportajında bahsettiği gibi de ‘The more you suffer, the less you want to creat e’ gerçekten.  O yüzden şu an gittiğim yerlerde kendimin sandığım düşüncelerimden tiksinmek yerine kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Bilinçaltımla bağımı koparmamaya çalışıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir şeyler düşlüyorum, ama neden o düşleri gördüğümü, hissettiklerimin kaynağını çözmeye çalışıyorum—içimde olup bitenlerin farkına varmak için. Bazen günler bomboş geçiyor, sadece duvarları seyrediyorum. O desensizliğin içinde düşüncelerimi duyuyorum. Bu defa, her şeyi anlamlandırarak düşüncelerimi yakalıyorum.

bottom of page