musmutsuz piskoposlar
- Ege Safi
- 28 Oca
- 2 dakikada okunur

İnanç, mobilitedir. Kişinin, gözlerini karanlığından ayırıp sabahın perde arasından sızan ışığına doğru açmasının ardındaki yaşam gücüdür.
A noktasından B noktasına gitmek, arkasında bir anlamın varlığını şart koşar. Bu anlama tutunmayı sağlayan kavrayışımız ise inancımızdır. Öyle ki en büyük acılar acının kendisinden değil, anlamsızlığından kaynaklanır. Böylelikle inanma ihtiyacı kendini öylesine acil kılmış olur ki, birçok kişi için bu arzuyu rasyonel bir biçimde inceleyecek konfor ortamı yaratabilmek bir lüks halini alır.

Bu, aynı zamanda inancın kendine koşulladığı lanetidir. Akıl, kişinin inancı ile çakışan bir bilgi karşısında, henüz bu bilgiyi irdeleme evresine bile varamadan, duygular tarafından engellenir. İnanç, öylesine esas bir tohumdur ki, vücut tüm hareketiyle beyni bildiğine sarılmaya zorlar, farklı bir görüşü savaş-ya-da-kaç tepkisi ile ele almaya mahkum bırakır.

Bu koşullar altında, bildiği ile inandığı arasında kalan insan, neye tutunacağını şaşırır. Maalesef duygular, gerçekliği algılayan aklı ikna etmek için yeterli değildir. Gerçeğin soğuk elleri yatak altından daima bir yerleri dürter. Beyin, bu huzursuzluğa son vermek için gerçeklik olarak deneyimlediği şeyi bükmeye başlar. İnancı gerçekliğe göre değil, gerçeği inancına göre resmeder. İşte bu nevrozdur. İnanç, kendini sürdürmek için her şeyi yok etmeye razı olur. O, böylesine kudretli ve böylesine yıkıcıdır.

Bu, her inananın kaderi olmak zorunda değildir. Kimi tarafından dinlerin lüzumsuz olduğuna dair sıkça savunulan modern görüş verimsiz bir tartışma ortamı yaratır. İnanç, böylesine asli bir ihtiyacın karşılığı iken, din yalnızca bunun en yaygın formudur. İnançlı birini cahil veya yobaz olarak adlandırıp bir kenara atmak bu yüzden eksik bir yargıdır. Dini yalnızca dogmaları çerçevesinde inceleyenler henüz inancın doğasını kavramamıştır. Fakat bir dine koyu koyuya bağlı olan insanlar için ise farklı bir eleştiri geçerlidir: onlar inancın mecburiyeti altında ezilmişlerdir.
İnananın dramı ise burada başlar. İnancı uğruna gerçekliği feda etmiş kişi, duydukları ile duymak istedikleri arasındaki gerilimin merkezinde mahsur kalır. İnancı tarafından yutulmuş insan, insan olmayı terk edemeyeceğinden inancı ile hiçbir zaman tamamiyle bütünleşemeyerek daimi bir bulantı, reddediş, ve çatışma içerisinde süzülüp gider.



görselleri hangi uygulamadan yaptın acaba?